bannerbannerbanner
полная версияLimon Bahçeleri

Marina Koroleva
Limon Bahçeleri

Полная версия

14

Hayk tozlu sokaklarda yürüyordu. Sol tarafında eski bir taş duvarı kaldı, orası zamanında Avrupa ticaret heyeti için inşa edilmişti. Şimdi arkasında bir konsolosluk duruyordu. Sağ tarafına baktığında birkaç ev görülüyordu. Birinin kapısının önünde durdu ve iki adım geri çekildikten sonra tüm binaya şöyle bir göz attı. Sanki tarih tüm mahallenin kayıp halinden bir şeyler fısıldıyor gibiydi.

Bina 4 katlıydı ve üçüncü katın Fransız tasarımlı balkonundan satış ilanı görünüyordu. Hayk her şeyi farklı açılardan fotoğrafladı, ardından açık olan ön kapıdan içeri girdi. Keskin bir tıslama ile birkaç kedi dışarı fırladı. Girişe bakıldığında oldukça karanlıktı. Hayk telefonunun fenerini açmak zorunda kaldı. Uzun süredir kedilerin mekân edinmesi sebebiyle basamaklara sinen kokular eşliğinde, merdivenlerden dikkatlice yukarı çıktı. Keskin koku duvarlara da yayılmış, yıllardır boyanmamıştı. Birinci ve ikinci katın demir kapılarının yanından geçti. Kendini 3 numaralı dairenin eski ahşap kapısının önünde buldu.

Hayk zile bastı, çalışmıyordu! Kapıyı birkaç kez tıklattı ve arkasından gelen sesi fark etti. Üst kata giden merdivenlerde yaşlı adam duruyordu.

–Emlakçı mısın?

Adam, Hayk’ı anlamak için bir aşağı bir yukarı baktı. Sonra birkaç basamak aşağıya indi.

Hayk cevap verdi:

–Hayır, daireyi görmek istedim. Siz komşu olmalısınız?

Göğüs cebinde Atatürk resmi olan bir tişört, düz pijama altı ve ev terliği giymiş bir adam göründü.

–Emlakçılardan nefret ederim, diye homurdandı, -Burada bekle.

Elinde bir parça kâğıtla döndü ve Hayk'a uzattı.

–Bu ölen kişinin yeğeninin telefonu. Kediler o kadının işi, hala sıkıntı çekiyoruz! Boyanma zamanı geldiğinde- işte bu pandemi başladı!

Adam döndü ve yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladı. Hayk'ın tarihi gayrimenkullere olan ilgisini ve sebebini tahmin etti.

“Eh, pekâlâ. İşleri yoluna koymanın zamanı geldi,” diye düşündü ve kendi kapısının yüksek sesle çarpması herkesin aklını başına getirdi.

Hayk yılların yıpratmış olduğu basamaklardan aşağı yürüdü ve dışarıdaki temiz havayla buluştu. Girişte hapsolan kirli atmosferden sonra, sokak artık o kadar tozlu görünmüyordu ve hatta yerel olayların hipnozuyla çağırılıyordu.

Elindeki numarayı çevirdikten sonra Hayk, bip seslerini saydı. Birisi aramayı yanıtladı, ancak bir nedenden dolayı sessiz kalıyordu. Sessizliği bozan Hayk, konunun özünü çabucak açıkladı.

Uykulu ve garip bir ses öbür taraftan geldi:

–Yarım saat sonra girişte buluşalım.

Hayk kaldırıma oturdu. Dar sokakların detaylarına bakarken, hayal gücü zamanın bir hunisinde dönüyordu. Fiziksel olarak tanık olamayacağı şeyleri hatırlıyormuş gibi görünüyordu:

Fransız mimarların İtalyan tasarımcılarla işbirliği: Yunan ve Ermeni mühendislerin projeleri, Rus aydınlarının akşam gezinti yerleri…

Tüm bu miras herkese aitti ve kimsenin şahsına ait değildi. Güzelliğin eski atmosferi, sonraki kaos tozunun altında kaldı. Şimdi bir durgunluk vardı: Birinci ile ikinci durumun arasında.

Telefon ekranına gelen aramayı göstererek titredi. Hayk, girişte elinde cep telefonu olan bir genç adamı fark etti. Pek düzenli olmayan bir şekilde eşofman giymiş, eliyle selam işareti veriyordu.

Hayk, adam için, “Bütün gece Netflix'i izlemiş ve sabah kanepede uyuyakalmış olmalı,” diye düşündü. Sonrasında selamlamak için elini kaldırdı ve kaldırımdan kalkıp ön kapıya gitti.

–Bu evin, şehrin tarihi binaların arasında yer aldığını biliyor musunuz? Fiyatı biraz yüksek olabilir ama mantıklı yaklaşırsak size yardımcı olabilirim.

Hayk, pandeminin bir bahane olduğunu düşünerek elini uzatmadı, sadece olumlu yanıt olarak başını salladı.

İçeri girerken, sahibi kapıyı tuttu. Güneş ışınlarıyla, yüksek tavanı kesin desenlerle görebilmek mümkündü. Yukarı çıkarken, Hayk karanlık bir merdivende, telefonunda açtığı feneri 100 yaşın biraz üzerinde olan korkuluklara doğrulttu. Kıvrımlarından bazı bölümler parçalanmış, başka bölümlerdeki ağaç kısımları da çürümüştü.

–Işık yok, sabah buluşmamız iyi oldu, dedi adam. Anahtarı eski kilitte bir kez çevirerek, kurumuş ahşabın gıcırtısı ve çıtırtısıyla kapıyı açtı.

Hayk ilk bakışta oturma odasının ortasında asılı ve geçmiş zamanların parlaklığını anımsatan büyük bir kristal avize gördü. Dairelerin etrafından dolaşıyordu: Odalarda bazı mobilya vardı. Koridorda eski şeyler bir yığına bırakılmış, duvarın köşeleri kedilerin tırnak darbeleri ile çizilmişti. Sahibi, Josephine tarzı kanepenin, sağlam tarafına oturdu ve alıcıdan gelecek soruları bekliyordu. Sohbeti kendisi başlatmaya karar vererek genç adam Hayk'a döndü.

–Sigaran var mı?

Hayk başını olumsuz salladı ve dudaklarını büzdü.

–Nerelisiniz? Telefonda belli bir aksan duydum.

–İtalya'dan geldim, diye yanıtladı Hayk. İçinde başka bir yanıtla dolup taşıyordu.

–Bir an önce buradan gitmek istiyorum. Eğer ciddiysen aracısız yaparız. Bu arada, numaramı nasıl bulabildiniz?

–Komşunuz emlakçılardan nefret ettiğinizi söyledi.

Sahibi sırıttı ve özensiz kaşlarını kaldırarak yüzünü avuçlarıyla kapattı.

–Bir şey mi var? diye sordu Hayk.

–Uzun bir hikâye… Komşuya, bu daire, Cumhuriyetin ilk nüfus arşivinde çalışan büyükbabasından miras kaldı. Arşiv binası buradan çok uzakta değil. Girişteki dairede de aynı hikâye var. İkinci ve üçüncü katlar Ermeni tüccarlara aitti, fakat sonra buradan ayrılmak zorunda kaldılar. Bir daireyi dedem aldı, babamın kız kardeşi burada yaşıyordu. Ve yukarıdaki komşu, sürekli balkondan kedilerin ve halamın üzerine su döküyordu. Sonra halam hayvanları girişte beslemek zorunda kaldı ve bazılarını eve aldı.

–Gitmem gerek, bu sabah geldim ve birkaç işlerim daha var, diye yanıtladı. Hayk duyduklarına hiç şaşırmadı.

Merdivenlerden indiler ve kedilerin şimdiden yeni ‘patronlarını’ beklediği ön kapıyı açtılar.

–Şimdi onları kendisi besliyor!

–Kim?

–Komşu, numaramı veren adam! Dediğim gibi, bunlar hepsi uzun hikâye.

Hayk kıkırdadı.

–Senin adın ne?

–Çağdaş. Türkiye'de demokratik bir toplumda ilk özgürlükler bunlar!

–Ben de Hayk. Ermeni halkının atasının adı olarak biliniyor.

Nedense sokakta bir sessizlik oldu.

–Kredi kartlarımı evde unuttum ve cebimdeki nakit tek yön taksiye yetti.

Hayk cüzdandan düzgün 20 avro çıkardı.

–Bu yeterli mi?

–Elbette, sigaraya bile yeter!

Vedalaşıp yollarını ayırdılar.

Hayk’ı, modern şehrin tarihi mahallelerinde, şarküteri alışverişi için bir yürüyüş bekliyordu.

15

David, güneşin yaz ışınlarının yeryüzüne vurduğu bir sabah sıcağından uyandı. Yandaki kanepede bir kız uyuyordu, adı Janna idi.

Davi kalktı ve pencereye doğru yürüdü, önünde duran camın ardından dışarıya baktı. Dar sokaklar, tarihin monoton döngüsünde kendileriyle tartışıyorlardı. Şehir duvarlarının tozunun altında açıklanamayan çelişkiler mevcuttu. Gölgeler mimari planın eski ihtişamını hatırlatıyorlardı.

Bu tür manzara İtalya'nın doğal devamı gibi görünüyordu, ancak iç ve dış faktörler bu mantıksal bağlantıyı kesmiş gibiydi.

Dünya tarihi hakkında çok az şey biliniyordu. Amerika'nın Koloniyal dönemine ve Kuzey'in Güney'le olan savaşlarına vurgu yapılıyordu.

Büyükannesini hatırlayarak aklın mantığıyla haklı çıkan sözlerini kalbinde hissetti:

“Birinci Dünya Savaşı'nın kanlı sonuçları olmasaydı, Anadolu'dan asla ayrılmazdık. İkinci Savaş çıkmasaydı, güzel İtalya'dan gitmezdim. Bu topraklar benim için eşit derecede vatan değerinde.”

Milano'da ortaya çıkan melodinin ritmi tekrar doğdu.

Perdeyi kapattı, pencereden uzaklaştı ve laptopu çıkardıktan sonra elektronik stüdyosunu aramaya başladı.

Jannette gözlerini açtı ve onu tüm dikkatle ekrana bakarken gördü:

–Günaydın, Amasya'ya bilet mi alıyorsun? diye sordu.

–Hayır. Şu an yapılacak daha önemli şey var – parçayı kaydetmek. Müzik… Anlıyor musun?”

–Anlıyorum.

–Günaydın, yanıtladı Davi.

Dün Janna, Simon’un hakkında uzun bir süre bahsediyordu. Kendi babasının onuruna, oğluna, Vardan adını verdi. Janna, Annette'in albümü, daha doğrusu ondan kalan sayfalar, büyükbabası Vardan'dan kaldığını anlattı.

Davi bu hikâyeyi, özel bir ilgiyle dinledi. Çünkü Annette'in okul yazılarında, manastırın diğer tarafındaki bir çocuktan ve ailesinden bahsediliyordu. Şimdilik bunun hakkında konuşmamaya karar verdi. Büyükannesinin albümüne dokunmak ve onun çocukluğu, eski sayfalarını çevirmek inanılmaz bir şey gibi geldi. Anlattığı, özlediği ve pişman olduğu şeyleri, her ağartılmış çizimlerde ifade edildi.

–Sabah, Arapça duayı duydun mu? sordu Janna.

–Rüyamda, beni rahatsız etmedi.

Birkaç kez ekranın fotoğrafını çektikten sonra bilgisayarı kapattı ve banyoya gitti.

Davi kapıda bu cümleyi yanlışlıkla atmış gibi söyledi:

-Sana mesaj yazacağım…

…ve en iyi Japon ve Alman üretim ekipmanların bulunduğu, prodüksiyon stüdyosunun adresine yöneldi.

Janna küçük, tek kişilik kanepeden kalkıp pencereye doğru yürüdü. Davi'yi gözleriyle takip etti. Dikkatini restoranın açılışına hazırlanmak için çoktan süpürülmüş ve her şeyi yerine yerleştirdikleri avluya verdi. Kendini toparladı, üstünü değiştirdi ve aşağı indi. Kahvaltıda peynirli omlet ve filtre kahvesini seçtikten sonra önümüzdeki günler için plan yaptı.

“Amasya’ya gitmedikleri sürece, yürüyüşe çıkıp turistik yerlere ve hediye dükkânlarına bakmaya değer.”

Birkaç not aldıktan sonra hesabı istedi.

Garsondan Davi'nin restoran ve konaklama için ödediğini öğrendikten sonra sadece bahşiş bırakmayı doğru buldu.

Barda Robert ve Hayk bazı belgeleri titizlikle inceliyorlardı.

– Ermeni arkadaşlarınızın İtalya'da aynı işi var. Bu nedenle onlarla Euro lazım TL ne ki… kuruşlar, – garson sonunda belirtti.

 

Janna kapıdan çıktı ve kırmızı bir tramvayın geçtiği ana caddeye gezmeye gitti.

Davi o akşam gelmedi. Gökyüzünde şafak vaktinin renkleri yerini almaya başlarken, stüdyoda çalışmanın birkaç gün süreceğine dair bir mesaj gönderdi.

Telefonun ekranı karanlıkta parlıyordu. Açık pencereden sabah ezanı duyuldu.

O sabah Janna tekrar uyuyamadı. Bir hediyelik eşya dükkanından satın alınan bir günlük defteri çıkarttı ve ilk satırları yazdı:

“Limon bahçeleri, İstanbul ve Konstantinopolis… Babil'in duaları.”

Рейтинг@Mail.ru